Heykel üzerinden politik hiciv: ‘Erk gölge etmesin başka ihsan istemez

TRABZON – Heykeltıraş Hasan Fehmi Hızal, ‘3’üncü Boyutta Turhan Selçuk Çizgi Kahramanları Heykelleri’ çalışmasıyla tüm zamanların ilk karikatür heykellerini oluşturdu. Merkezi Trabzon’da bulunan Karadeniz Plastik Sanatlar Derneği’nin (KPSD) kurucularından da olan ve bu derneğin bir dönem başkanlığını da yapan Hızal, çalışmalarını eski bir Trabzon evinde kurduğu atölyesinde sürdürüyor.

Sanatında politik hicivi sıklıkla kullanan Hızal, tüm zamanların ilk karikatür heykelleri olan ‘3’üncü Boyutta Turhan Selçuk Çizgi Kahramanları Heykelleri’ çalışmasında karikatürist Turhan Selçuk’un çizgilerini 3’üncü boyuta taşıyor. Hızal, Selçuk’un Abdülcanbaz, Tarzan, Gözlüklü Sami, Karanfil Hoca, Cihanyandı Saliha, Mangıryan Efendi gibi birçok çizgi kahramanlarının yanı sıra karikatüristin çizgisine konu olan İsmet İnönü, Alparslan Türkeş, Enver Sedat, Adolf Hitler, Şah Rıza Pehlevi, Ayetullah Humeyni, Jimmy Carter’ı gibi isimleri de üçüncü boyuta aktardı. Sanatçı bu heykellerini İstanbul, Ankara, Eskişehir, Dortmund ve Trabzon dışında Turhan Selçuk’un mezarının bulunduğu Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde sergiledi.

Heykeltıraş Hasan Fehmi Hızal ile sanat hayatının başlangıcını, devletin sanatçıya verdiği değeri ve toplum-sanat ilişkisini konuştuk.

‘ANADOLU HİCİV GELENEĞİNİ 3’ÜNCÜ BOYUTA AKTARMAK İSTEDİM’

Resim eğitimi almanıza rağmen heykel alanında üretim yapıyorsunuz. Sanat hayatınız nasıl başladı?

Akademide sanat eğitimim resim üzerineydi fakat resimden önce ilk göz ağrım heykeldi. Öğretmen olan babam politik nedenlerle Tonya’nın bir dağ köyüne sürülmüştü. İlkokul öncesi o köyde oynarken çamurla, yani balçıkla tanışma hikayemiz başladı. Balçık çamuru çimi kaldırınca 20 santim kadar altında bulabiliyorduk. Heykelde de kullanılan ana malzeme çamurdur. Çocuk olarak o zaman ilgimizi çeken ne varsa çamurdan heykel haline getiriyorduk. İlkokul ve lise eğitimimi tamamlayınca şu anki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi olan Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Lisans Eğitim Programı’na girdim. Orada Neşet Günal atölyesinde resim eğitimi aldım. Fakat şu anda asıl uğraşım heykel. Demek ki çocukluktaki ilk göz ağrım bir şekilde baskın çıktı.

Okul sonrasında, bizim dönemimizde akademiyi bitiren, bizden 10 yaş büyük, 68 kuşağından bilinen Necati Sağır ağabeyimiz vardı. Kendisi el becerilerimizi bildiği için şantiye şefliği yaptığı firmada bizi de ince yapılarda çalışmaya davet etti. Oradaki çalışma dönemimde çok fazla şey öğrendim, şu anki sanatıma çok katkı verdi. Malzeme ve malzemeyi biçimlendirme kültürümüz orada gelişti. Bu süreçte okumalarıma da ağırlık verdim. Sergileri takip ettim fakat üretime hemen başlamadım. Daha sonra profesyonel sanat üretimine geçebildim.

Önce resim üzerinde çalıştım. Heykele ise tam olarak 2010 yılında geçtim. 2010 yılından bu yana yaptığımı ‘heykelde ironi üzerine çalışmalar’ olarak tanıtabilirim. Heykel genelde ezici, anıtsal bir sanat dalı olarak bilinir. ‘Biz bunu halkla daha çok nasıl paylaşabiliriz, halka nasıl sevdirebiliriz, daha ironik bir yaklaşım ortaya koyabilir miyiz’ diye düşündüm. Heykelde daha verimli olabileceğimi ve daha fazla boş alan olduğunu görüyordum. Bu arada heykelle kamunun çok barışık olmadığını biliyordum ki bu dönemde ayyuka çıkmış durumda. Dolayısıyla ‘heykelle insanları buluşturmak, barıştırmak nasıl olabilir’ konusuna kafa yordum. Heykel-ironi ilişkisini kurarken de Turhan Selçuk çizimlerini heykele çevirmek istedim. Çünkü orada hazır oluşmuş bir Anadolu hiciv geleneği vardı. Bunu 3’üncü boyuta aktarmak istedim. Bununla ilgili çalışmalarımız tüm zamanların ilk karikatür heykellerine dönüştü.

‘ÇOĞU SANATÇININ KADERİ YOKLUKTUR’

Sanatçıların yaşadığı zorluklar, baskılar her dönem dile getirilir ki bu heykel sanatında daha yoğun. Plastik sanatlarla uğraşan sanatçıların günümüzde hem ekonomik olarak hem de uğradıkları baskı olarak ne durumda olduğunu düşünüyorsunuz?

Sanatçıların yaşadığı zorluklar hep dillendirilir fakat bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Avrupa’da da kamu-sanatçı ilişkisini biliyoruz. Orada da aynı durum farklı biçimlerde yaşanıyor ama zorluk katsayısı Türkiye’de daha üst düzeyde. Avrupa’da 1800-1900’lü yıllarda bizim akademik eğitimde usta olarak bildiğimiz sanatçılardan Van Gogh’dan Egon Schiele’ye kadar ciddi bir bölümü sanatlarını açlık koşullarında ürettiler. ‘Devlet arkalarındaydı, el bebek gül bebek ürettiler’ gibi bir durum yoktu. İçerisinde açlıktan ölenler, intihar edenler, tımarhaneye kapatılanlar ve açlığa bağlı hastalıklardan ölenlerden liste oluştursak sayfalar doldururuz. Batı’da genellikle ölümünün ardından eserlerinin el değiştirerek ticari bir meta haline dönüşümünden sonra sanatçıya değer verildiği izlenimi yaratılır. Aslında değer verilen sanatçıların ticari meta haline dönüşen eserleridir.

Kendi ömrü hayatında kısmen refah içerisinde yaşamış Pablo Picasso gibi isimler istisnadır. Çoğu sanatçının kaderi ne yazık ki yokluktur. Sanatçı da buna rağmen işine devam eden kişidir zaten. Yani belli bir kayırma, gözetme koşullarında değil, her şeye rağmen işinden vazgeçmeyen kişidir. Sanatın doğası da bunu gerektirir. Mağara insanı sanat yaparken günlük yaşam zorluk katsayısı bugünden çok daha fazlaydı. Demek ki sanatsal üretimin insana özgü, insani bir yanı var ve insan her türlü koşulda sanatı terk etmiyor. Herhangi bir sorunu olmayan bir sanatçının da çok değerli iş üreteceğini zannetmiyorum. Bu zorluğa rağmen üretiyorsa şayet, anlamlı ve özgün işler üretir diye düşünüyorum. Bizim burada erkten beklediğimiz; gölge etme başka ihsan istemez tavrıdır.

Abdülcanbaz

Trabzon, özellikle plastik sanatlar alanında yetişen sanatçılarıyla anılan bir şehir. Kentin, tarihi, kültürü ve yaşam biçimi sanatçı kişiliğinizin oluşmasını etkiledi mi?

Bu çevresel etki ve onun içerisinde kentin, bölgenin, coğrafyanın, sosyal ilişkilerin yadsınamayacak etkileri var. Bu etkinin en aza inmesi durumunda bir dünyasal, enternasyonal kültür oluşturması tartışmaları sık sık olur ancak bunlar hamasettir. Şu anda o sürece çok uzağız. Bu süreçte sizin öneminiz hala bir başka coğrafya için kendi çevresel faktörlerinden etkileniyor oluşun ve onu sanatının içine koyma biçimindir. Ona göre değer kazanırsınız çünkü farklı bir dil koyuyorsunuz ortaya ve onun için ilginç ve anlamlı oluyorsunuz. Bu da genel anlamda folklorik etkinin sonucudur. Bu etki farkında olmasanız da mutlaka vardır.

Trabzon’un sanatçıyı formatlayan yanlarından birisi tarihsel arka planı, bir diğeri de coğrafyası ve coğrafyasının emrettiği üretim biçiminin getirdiği insan tipolojisidir. ‘Sanatçı özgün olmak zorunda’ deriz. Bizdeki topografik yapı, dağınık yerleşim ve geçimlik ekonomiyi emrettiği için sanatsal tavır da buna göre şekillenir. Bölgeye özgü bir tavır olmakla birlikte birbirinden ayrıksıdır. Herkes kendi başına bir dükalık oluşturur. Ben buna a-disipliner yaklaşım biçimi diyorum. Yanlış veya doğru o onun tavrıdır, ondan vazgeçmez ve iknaya da öneriye de çok açık değildir. Dolayısıyla sanatçıların tavırları bölgesel etkileri önemli ölçüde taşıyor olmasının yanı sıra bir o kadar da birbirinden bağımsızdır.

Örneğin İç Anadolu’dan 10 sanatçıyı ele alsak, birbirine yakın üretimler ortaya koyacaklardır ve biz onlara kolaylıkla iç bölge sanatçıları diyebiliriz. Fakat Trabzon’dan 10 sanatçı iş ürettiğinde hepsi kendi başına farklı yaklaşımlar ortaya koyacaktır. Bunun tabii pozitif yanları da vardır, negatif yanları da. Belli bir tavır estetik açıdan tartışmalı olabilir ama sanatçısı için tartışmasızdır. Bu bölge sanatçısının a-disipliner yanıdır. Fakat hepsinin ayrı bir söylem ortaya koyması da sanattan ve sanatçıdan beklenen tavırdır. Bu da pozitif yanıdır diyebiliriz.

Oransal olarak Trabzon’un sanatçı yoğunluğu diğer illere göre fazla. O nedenle ulusal bazda kent olarak baskın durumda. Sanatçı Trabzonlu ise özellikle plastik sanatlar alanında ‘iyi sanatçıdır’ intibası uzun yılların sonunda oluşmuş bir kanı. O açıdan bir avantajı var. Fakat Trabzon’da üretim yaparken buna göre strateji geliştirmek gerekiyor. İstanbul’da sanatçı olarak kamuoyuyla buluşma ve üretimden gelir elde etme şekillerini buraya taşımak mümkün olmuyor.

Türkiye’de son yıllarda yapılan çok sayıda kent simgeleri var. Karpuzdan köfteye, elmadan mısıra kent simgesi olarak anıtlaştırılıyor bunlar ve estetik açıdan da tartışma konusu oluyorlar. Bunlar heykel olarak değerlendirilebilir mi ve kent simgesi olabilirler mi?

Bunlar aşırı rant merkezli bir dünya oluşturmanın beraberinde getirdiği, öte yandan postmodern kültür dediğimiz sanatın geleneklerini ve geçmişten gelen pozitif katkıları da reddeden, her şeyi ranta endeksleme yaklaşımının sonuçları. Sanat eseri oldukları iddia edilmekle birlikte bunlardan yarına herhangi bir şey kalmayacak. Bunlar saman alevi misali yarın esamesi okunmayacak üretimlerdir. Öte yandan ironik de bir yanı vardır.

Artık kentler kendilerini ticari getirisi neyse, koyun, keçi, karpuz, salatalıkla ifade ediyorlar. Olaya rant penceresinden bakıyorlar. Sanatı da bu eksende ele alarak heykele soğuk olmasına rağmen salatalık olduğu zaman karşı olmuyorlar. Bunun da bir furya olarak geçici olduğunu düşünüyorum. Geçmişte bir kenti salatalık ya da kabakla anmaya kalksanız muhtemelen size hakaret edilirdi. Ama bunlar bugün bunlar normal karşılanıyor. O kentin tarihi, sosyal özellikleri ile anılması gerekirken birtakım karşılığı rant olan ürünlerle anılması doğru bir yaklaşım değil.

Hızal, 3. Boyutta Turhan Selçuk Çizgi Kahramanları’ndan ‘Futbolcu Abülcanbaz’ ile

‘SANAT, HİÇBİR ZAMAN LÜKS OLMAMIŞTIR’

Günümüzden geçmişe baktığınızda sanat-toplum ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bazıları sanatı hali vakti yerinde, refaha ermiş toplumların işi olarak görür, bizler için lüks olduğuna inandırmaya çalışırlar. Bu emperyal bir söylemdir. Sanat, hiçbir zaman lüks olmamıştır. Mağara insanı sanatla uğraşırken herhalde çok rahat koşullarda değildi. Günlük idamesini zor sağlarken sanatla uğraşıyordu. Zaten bana göre uygarlık, tarihi sanatla başlıyor. Geçmişte ‘insan alet yapan hayvandır’ tanımı genel kabul görmüştü. Fakat bilimin ışığında bu konuda yalnız olmadığımız görüldü. Bugün pek çok hayvanın alet üretebildiğini, hatta yapacağı işe göre aletini formatladığını biliyoruz. Dolayısıyla alet yapmak insanı hayvandan ayıran bir özellik değil.

Bana göre ayırt edici özelliğimiz estetik üretim alanına girişimizle başlıyor. Mağara resmi, dans, ritim, tiyatro; bunlarla temel sanatlar dediğimiz olgu o dönemde oluşuyor. O günden bugünlere baktığımızda aslında sanatta çok da yol aldığımız söylenemez. Modern zamanda yeni olarak sadece yedinci sanat dediğimiz sinemayı yaratabildik. Onun da ne kadar yeni olduğu tartışılır. Çünkü temel sanatların teknolojik bir yöntemle birleştirilip aktarılmasına dayalı bir sanat.

‘SANATTA BİR ALANI BASKILARSAN DİĞER ALAN DAHA DA YETKİNLEŞİR’

Heykel daha çok baskılanan ve hedef de gösterilen bir sanat oldu. Bu açıdan heykel sanatının kamuyla ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Heykel, kitle üzerinden iletişim, mesaj, duygu paylaşımıdır. Resimde bu iki boyuttur, en ve boy; heykele geçtiğimizde üçüncü boyut olarak derinlik eklenir. Dolayısıyla heykel de diğer sanatlar gibi duygu aktarımı konusunda bir iletişim aracı, bir dildir. Hemen hemen her toplum, Müslüman toplumlar da dahil heykel yapmış. Sonuçta bu temel sanatlar kaçınılmaz olarak her toplumda var fakat uygulama biçimleri değişiklik gösterebiliyor.

İslam dünyasında dini kaygılardan sonra heykel demesek bile olayı ikinci boyuta indirgeyerek rölyefler üretmişler. Batı’nın barok, rokoko gibi tavırlarını estetik açıdan geride bırakan kozmik rölyef çalışmalarında insanlığı hayretler içerisinde bırakan eserler ortaya koydular. Çünkü bir şeyi yasakladığınızda bir başka uzantısının daha yetkin bir şekilde ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Bu görme engelli bir kişinin kulaklarının çok iyi duymasına benzer, sanatta da öyledir.

Heykelini yapacağınız kişiyi ya da karakteri nasıl belirliyorsunuz?

Bazen sizin yaklaşımınıza uygun düşen, toplumda genel kabul görmüş kişileri çalışırsınız. Bazen kişisel ilişkileriniz üzerinden hayatta olan birini de bu alana taşımak isteyebilirsiniz. Kendi dünyanıza göre seçim yapıyorsunuz ve kendi görüşünüze göre biçim veriyorsunuz. Büstünü yaptığım bir kişinin dünya görüşünü, ruh halini ona yüklemek benim için önemli. Bazen bireysel tavrımızın ön planda olduğu ekstrem çalışmalarımız oluyor, onda daha farklı bir yöntem belirliyoruz. Fakat bir şahsı büst alanına taşıyorsanız o şahsın toplumdaki sosyolojik yerini o işe aktarabilmeniz gerekiyor. Dolayısıyla bu ortaya çıkan eserle ilgili olarak belli bir insan grubundan eserdeki kişiyi tanımlamalarını istediğimizde sanatçının endişelerine yakın cevaplar alıyorsanız o insanın ruh halini ve konumunu işinize aktarmışsınız demektir.

Bazı işlerde ise işin daha spesifik yanınızı ortaya koyarsınız. Bu durumda ise heykeli yapılanı değil sanatçının tavrını sorgularsınız. Aldığınız cevaplar birbirine yakın ve sanatçının dünya görüşüne paralelse kendinizi ifade edebilmişsiniz demektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir